Geçtiğimiz günlerde değerli kültür ve sanat tarihçisi Abdullah Kılıç’ın Eminönü Yeni Cami Külliyesi ve Hünkâr Kasrı’nı konu eden ansiklopedik bir kitabı yayınlandı. Kitabın her sayfası altın değerinde olmakla beraber tarihimizin tozlu raflarından da bize sunulan bir cevher niteliğini taşıyor. Öyle ki boşuna İstanbul’un taşı toprağı altın dememişler. Bu sözün kıymetini geçmişimizi anlayarak ve anlamlandırarak kavrayabiliriz ancak. Mısır Çarşısına doğru ilerlerken solda kalan bir kısımda bizleri karşılıyor Hünkâr Kasrı. İstanbul Ticaret Odası’nın bünyesinde yapılan restorasyon çalışması tam olarak 4 yıl sürmüş. Kasrın taşlık bölümü daha çok sergilere ev sahipliği yapıyor. Abdullah Kılıç’ın ansiklopedik tarzdaki bu kitabının sergisi de daha anlamlı kılmış bu taşlık kısmı. Hünkâr Kasrı’nda bulunan bu sergiyi gördükten sonra içeri girdiğimde tarihi yolculuğa çıkıyormuş gibi hissettim.
Birçok insanın ilgisini çeken bu sergide, kitap hakkında malumatı olmamasına rağmen içeride ne olduğunu merak edip gelenler de oldukça fazlaydı. İstanbul’da doğmuş, büyümüş hatta birkaç göbek İstanbullu olmasına rağmen tarihimizi özümseyememiş insanların olduğunu da söylemeliyim. Sergide görevim esnasında gelen ziyaretçilerle ayaküstü yaptığım sohbetlerden bazı çıkarımlar elde ettim. Nedense kendimi şunu sorgularken buldum: “Neden bize ait olan değerlere tam anlamıyla sahip çıkamıyoruz?’’. Aslında sorunun cevabını yine Abdullah Kılıç hocamız veriyor. Önsözünde geçen bir söz var ki: “Kitabın okunması ve gelecek kuşaklara belge olarak kalması ve eli değen herkesin en güzel şekilde istifade edebilmesi için…’’ Elimizde olan kaynakları okuyup araştırıp bu şekilde farkındalığa sahip olduğumuz zaman pek tabii değerlerimize de sahip çıkacak ve nesillere bunları daha etkili şekilde anlatmış olacağız.
Sadece görüp gezmek yeterli olur mu? Bunu da sormak istiyorum. Hani derler ya çok gezen mi çok okuyan mı bilir diye. Acaba şu şekilde düşünmek doğru mudur: Okuyup anlayıp sonrasında gezip onu pekiştirmek; öğrenmeyi daha etkili hale getirir. Koca bir tarihten bahsediyoruz. İstanbul, gelmiş geçmiş her milletin, ırkın gözünde ve gönlünde ayrı bir yere sahip olmuş olan o yüce şehir… Sanki harita üzerinde sadece bir toprak değil canlı bir ruh gibi. Pek tabii Osmanlı’nın hüküm sürdüğü yıllardan pek çok eser günümüze kadar gelmiş olmakla beraber 425 yıllık tarihimiz olan Yeni Cami Külliyesi ve Hünkâr Kasrı’nı konu alan bu eser, hocamızın kalemi ile can bulmuş. Abdullah Kılıç, bu değerli mimari eserin her detayına ayrı ayrı değinmekle kalmıyor, bizzat kendisinin özenle çektiği fotoğraflarla süslüyor, renklendiriyor. Osmanlı İmparatorluğunun klasik dönemini yansıtan bu mimari eser, bir nevi Osmanlının son görkemli yapısı olması sebebiyle de dikkat çekiyor.
Değerli hocamız Abdullah Kılıç’ın önsözünde aynı zamanda Safiye Sultan ve Hatice Turhan Sultana vefa örneği niteliğinde olan övgüsü de takdire şayan. Kitap; Yeni Cami Külliyesi ile başlayıp külliyenin yapılışından, yerleşim ve mimarisinden bahsediyor. Ardından Hatice Turhan Sultan Vakfiyesi’ni ayrı bir başlıkta inceliyor, pek tabii külliyenin banisi olan Hatice Turhan Sultan’ın da hayatına değinerek Osmanlı valide sultanlarını da anmadan geçmiyor. Külliyede yer alan yapılar, Hünkâr Kasrı, Mısır Çarşısı, türbe ve onun bitişiğinde bulunan yapılar, Sıbyan Mektebi ve Darülkurra, Çeşme ve Sebil, Muvakkithaneler ile kitabın sonuna ulaşmış oluyoruz.
Sergide büyük-küçük, yerli-yabancı herkesin ilgi ile fotoğrafları incelediği anlardan birinde bir kadının: “Burası önemli bir yer mi? Hiç dikkat etmedim.’’ demesi ile irkildim. Fotoğraf çekmeyi yarıda bırakıp kadının durduğu ve gözlerini ayırmadan Hünkâr Kasrı’na ait çinilerin bulunduğu fotoğrafa baktığını gördüm. Konuşmak istiyordum çünkü konuşmaya ihtiyacım var gibi hissediyordum. Sanki bir şeyler söylemezsem bu kadının bilgi edinme hakkını elinden alacakmışım gibiydi… “Biliyor musunuz, ışıltılı bir pırlanta yüzüğe bakmadan geçemezsiniz hani, burası da öyle sanki pırlanta mahiyetinde Osmanlı’nın son ve en nadide eserlerinden olan.’’ Kadının bakışlarında şaşkınlık olduğunu görebiliyordum daha da şaşıracağını bildiğim için konuşmaya devam ettim: “Hatta burası terk edilmiş haldeyken birçok parça çalınmış. İnsanların kendi öz benliklerine, tarihlerine saygı duyması ve koruması beklenirken ne yazık ki bu olmuş.’’ dedim. Sadece, durdu ve “Çok yazık’’ diyebildi. Yabancı ülkelerin müzelerinde topraklarımıza ait her parçanın taşınıp teşhir edildiğini söyleyemedim elbette.
Büyüklerin aksine çocukların da dikkatlerinden kaçmamıştı sergi. Anne ve babası ile gelen on yaşlarında bir çocuk vardı. Çocuk ilgi ile fotoğraflara bakıyordu. Ziyaret edenlere özel bulundurduğumuz deftere yazmak istedi, ben de onun fotoğrafını çekmek için izin aldım ve kadrajladım. Heyecanlıydı ziyaretçi defterine yazmak için. Tarihi mekânların böyle ailelerce ziyaret edilmesi ne hoştu. Lunaparklara veya büyük alışveriş merkezlerinde zaman geçirmek yerine böyle yerlere gelmeliydi insanlar çocukları ile. Eğitim önce evde başlar ve çocuğa evde olduğu her an her dakika aktarılır bilgiler, davranışlar, izlenimler… Tarihini, benliğini, öz varlığını bilen, hisseden ve anlayan birçok nesil yetişir bu sayede.
Gün içinde üniversite ve lise öğrencilerinin de olduğu ziyaretçiler hocamızın sohbetinden istifade etmek adına oturup dinlediler ve sorular sordular. Birkaç defa aynı şeyin dillendirildiğini fark ettim: “Eksik parçalar nerede?’’ Çünkü yer yer çinilerin olmadığını görüyoruz odaların duvarında ve haliyle insanlar bunu merak ediyor. Çalınmış veya zarar görmüş olması aslında bizim tarihimize, eserlerimize ne kadar sadık olduğumuzun bir ifadesi. Başka bir deyişle emanete gerçek anlamda sahip çıkabiliyor muyuz? Abdullah hocamız gençlerin atalarımızdan kalan tarihini, sanatını özümseyerek bilgi sahibi olması ve bize miras kalan bu yerlerin korunması için uğraşması, bilinçlenmesi görüşünde. Keza bunu da dillendirdi sohbet esnasında.
Fotoğrafları detaylı inceledikten hemen sonra Hünkâr Kasrı’nı gezmek oldukça keyif verici ve farkındalık uyandırıcıydı. Hocamız tarihi doku hakkında bilgi verirken aynı zamanda bizleri o zamanlarda gezdiriyor gibiydi. Bir çeşit zaman yolculuğuna çıkmış hissi uyandırdığını söylemeliyim. Ahşap oymalar, sedef kakma detaylar, İznik çinileri ve ayetler, şiirlerle kaplı duvarlar… Detaylarda var olan aynı zamanda o dönemin -17.yüzyıldan bahsediyoruz- eşyaları da ilgi çekici. Çini kaplı ocaklar, sedirler… Her biri ayrı ayrı sesleniyor bizlere, camlardan yansıyan İstanbul’un en güzel manzarası eşliğinde.
Fotoğraflar / Şura Nur
Comments