top of page

Aday Olmanın Dayanılmaz Mücadelesi


Geçen ay, Karşıyaka Belediyesi'nin açık havada düzenlediği Kent Söyleşileri’nin konuğu Ercan ve Nazan Kesal'dı. Biri tiyatro diğeri tıp kökenli iki oyuncunun söyleşisini yazar ve şair Semih Çelenk yönetti. Ses ve ışık sisteminin yetersiz kalışı, söyleyişi izlemeye gelenlerde dikkatin yoğunlaşmasına zaman zaman engel oldu. Seyircilerden sadece bir soru alındı. Güzel Sanatlarda okuyan bir kız öğrencinin "Tolstoy'un;’ İnsan Ne ile Yaşar?’ sorusuna siz ne cevap verirsiniz?" şeklindeki çok geniş kapsamlı söylemine açıkçası tatmin edici bir yanıt alamadık. Eğer ben de soru sorabilseydim; konuşması esnasında sıklıkla şiddete karşı olduğunu belirten Ercan Kesal'a şiddet içerikli dizilerde neden başrol oynadığını bu durumun toplumdaki şiddet eğilimini artırıp arttırmadığını sormak isterdim. Söyleşide Ercan Kesal, aynı zamanda yönetmenliğini yaptığı uzun metrajlı ilk filmi olan "Nasipse Adayız" filminden bahsetti. Film, 2020 yılında çekildiği için pandemi nedeniyle vizyona girmesi ve izlenme konusunda sıkıntılar oluşmuş. Filmi, aynı isimli romanından uyarladığını söyleyen Kesal, romanda daha geniş, filmde ise tek bir günü kapsayacak şekilde "Bir insan niçin koltuk sevdasına düşer ve neden o makama gelmek için kendisini böylesine rezil eder?" sorunsalına değindiklerini belirtti.

Konu benim de ilgimi çektiği için ertesi gün filmi izledim. Filmde Ercan Kesal, Beyoğlu'na belediye başkan adayı olmak isteyen özel hastane sahibini canlandırıyor. Doktor Kemal Güner karakteriyle aday adaylığından adaylığa yükselme için geçilmesi gereken köprüleri, trajikomik olayları, seçmenin ve kanaat önderleri olarak gözüken kişilerin bitmez tükenmez isteklerine boyun eğen bir politikacıyı gösteriyor bize.

Bu filmi izledikten bir gün sonra tamamen tesadüf eseri evde canım sıkılmış vaziyette otururken internette "Dürüst Aday" başlıklı filme denk geldim. Başrollerinde Chris Cooper, Steve Carell, Rose Byrne ve Mackenzie Davis'in olduğu film de hemen hemen aynı tarihlerde 2020'de vizyona girmiş bir belediye başkanlık seçimi hikayesi. Filmin orijinal adı; Irrestible (Dayanılmaz) olduğu halde Türkiye'de "Dürüst Aday" diye tanıtılmış. Aslında dayanılmaz sözcüğü her iki film için de başat mesele. İki filmde de politikanın dayanılmaz yönlerine dair mesajlar var. "Nasipse Adayız" filminde akademik kariyer yoluna gir(e)meyerek Erzurum'dan İstanbul'a gelen ve arkadaşlarıyla özel bir hastane kuran, zaman içinde maddi refaha kavuşan, eşiyle kıskançlık yüzünden ayrılmış ve tek gayesi bir numara olarak tanımlanan parti genel başkanına kendini göstererek, aslında partisinin kazanma şansı az olan bir ilçede belediye başkanlığı için yola çıkmış bir aday adayının karşılaştığı güçlükleri görüyoruz. Doktor Kemal Güner; çevresindeki yalakalıklar, dönen dolaplar, çevrilen fırıldaklar ve promosyon yarışlarında içine sinmese de bir kez bu yola çıktığı için geri dönemeyen üstelik parti içi rakibi konusunda da giderek hırslanan biridir. Kendisine aday olma yolculuğunda yardım eden şoförü Naci ile filmin ilerleyen dakikalarında boğaz boğaza gelecek, sarhoş vaziyette kullandığı arabayla bir kişiye çarpıp olay yerinden kaçacak, eski eşine partinin il başkan yardımcısı tarafından yapılan sarkıntılığı bile ortamı bozmamak için görmezlikten gelecektir. Bu haliyle Doktor Güner, politikanın bir pislik olduğunu sesli söyler gibidir. Ayrıca siyasette aday olabilmek için her şeyin mubah olduğu görüşü film boyunca izleyicilere yansıtılır. Ancak filmin sonunda aday adayı doktorun, hiç ummadığı bir yerde hiç ummadığı bir kişiyle görüşmesi; onu adaylık macerasında yeni bir kapıya yöneltecektir.

Kesal'ın filmindeki kötü hatta aptal yerine konulan politikacılar, bir işi bile düzgün yapamayan hatta savsaklayan siyasi danışmanlar, organize olunmamış seçim kampanyaları ve seçmenin adaya sömürülecek bir varsıl olarak baktığı görünüm Dürüst Aday filminde tam tersi. Amerikan yapımı bu filmde halk seçimlere karşı ilgili ve adayların kasabaya yapabilecekleri konusunda meraklı bir görüntü çizerler. Dürüst Aday filmi birbelediye meclisi toplantısında alınan karara itiraz eden sesini yükselten emekli bir albayın Youtube'a düşen görüntüsü ile başlıyor. Kemal Güner'in tersine bu filmde emeklideniz Albay Jack Hastings'in aday dahi olma düşüncesi yoktur. Onun ikna edilmesi bir stratejiste düşer. Demokrat Parti Stratejisti ve bir profesyonel seçim kampanyası yürütücüsü Gary Zimmer, binlerce mil yolu katederek Wisconsin eyaletinin ufak bir kasabası olan Deerlaken'a gelir. Bu kasaba bir zamanlar 15 bin nüfusa ev sahipliği yapan ancak askeri üssün kasabadan taşınmasıyla nüfusu bir gecede 5 bine inen bu nedenle gelir kaynakları azaldığı için çeşitli güçlüklerle karşılaşan insanların yaşadığı bir yerdir. Cumhuriyetçi Parti'den Belediye Başkanı Billy Braun'un karşısına profesyonel seçim ekibiyle Jack Hastings çıkar. Demokrat'ların esas stratejisi Deerlaken gibi küçük kasabalarla çevresel rüzgâr oluşturmak, kırsal eyaletlerin salıncak oylarını toplayıp böylece bir sonraki devlet başkanlığı seçiminde oyları Demokratlar lehine garantilemektir. Bunun için kasabada ofis tutulur, uydu bağlantıları, bilgisayarlar ve çok geniş kapsamlı propaganda malzemeleriyle seçime hazırlanırlar. Elbette durumun erkenden farkına varan Cumhuriyetçi Parti de mevcut Başkan Braun'u desteklemek üzere aynı şekilde profesyonel ekiplerini yollar. Faith Brewster Cumhuriyetçiler’in kampanyasını yürüten baş stratejisttir. Gary'nin bu kadın rakibi yine karşısına çıkmıştır. Her ikisi de dört elle kampanyalarına sarılırlar ve bağışçılardan yaklaşık 45 milyon dolar gibi bir para toplarlar. Seçim günü geldiğinde tüm gerçekler ortaya çıkacaktır.

Ercan Kesal'ın filmi; Türkiye’de siyasetin yozlaşmasını ve adaylık maratonunda yaşanan ve herkesin akıldışı olduğunu bildiği halde yapmaktan geri duramadığı eylemlerini net bir biçimde ortaya koyuyor. Jon Stewart'ın filmi ise Amerikan seçim kampanyalarına, televizyonda ve mitinglerde söylenen onlarca yalana ve stratejistlere büyük bir eleştiri taşıyor. İki filmin konusu benzer: Belediye başkanlığı seçimleri. Ancak iki filmin hikayesi arasında bariz farklar var. Kesal'ın filmi ülkemizdeki genel başkanın; iki dudağı arasındaki politika sistemini ve parti içi yarışı ele alan bir yaklaşımla çekilmiş. Hatta seçmen de filmde farklı kesitlerle eleştiriliyor. Stewart'ın filmi ise odağına adayları ya da partileri değil parti danışmanlarını, stratejistlerin seçimi bir oylamanın çok ötesinde bir abartıyla adeta ölüm kalım savaşına çevirdiklerinden şikâyet eden ve konu üzerinde düşündüren şekilde kurgulanmış. Temalardaki bu farklılık açıkça filmlerin afişlerine de yansımış. Stewart'ın film afişinde adaylar değil kampanya yürütücülerinin fotoğrafı var.

Siz iki filmi de izleyin ve karşılaştırmayı kendiniz yapın. 1980'lerden bu yana küçük Amerika olmaya çalışan Türkiye, bakalım sizce de Amerika'ya yaklaşmış mı? Ya da kendinize şu soruyu sorun; eğer bir gün belediye başkanlığına adaylık için yola çıkarsanız siz nasıl davranırsınız?




Comments


bottom of page