Bir geyik sabah uyanır, yuvasından çıkar ve en yakın otlağa gider. En yakın otlağa gitmelidir çünkü gücünü daha uzaklara yürüyerek harcamak yerine bir etçil tarafından kovalandığında kaçmak için saklamak zorundadır. Karnı doyana kadar ara ara dinlenerek otlanır ve akşam olduğunda tekrar yuvasına döner. Ertesi günlerde bu yaşam şekli aynen devam eder. Bir aslan ise sabah uyanır, yuvasından çıkar ve en yakındaki avı arar. Avını yakınlarda aramalıdır çünkü gücünü uzaklara kadar giderek harcamak yerine avını bulduğunda onu yakalamak için saklamak zorundadır. Avlanmak için saatlerce bazen günlerce uğraşır ve karnı doyduğunda dinlenir ve akşam olduğunda yuvasına döner. Ertesi günlerde bu yaşam şekli aynen devam eder.
Bu döngü dışındaki hayatlarını değiştirebilecek olaylar; çiftleşmeleri veya bir etçil tarafından avlanmaları olabilir. Bunun dışında geyikler, aslanlar ve diğer hayvanlar dünya üzerinde var olduğundan beri günlük yaşamlarında hiçbir değişiklik olmadan veya gelecek ile ilgili bir plan yapmadan aynı şekilde yaşamaya devam etmiştir. Her gün uyanırlar, karınlarını doyurmak için yemek ararlar ve av olmamak için uğraşırlar. Belirli döngülerde soylarını devam ettirmek için çiftleşir ve ürerler. Aynı şekilde bir diğer canlı türü olan bitkiler de sadece besin ihtiyaçlarını topraktan karşılar, Güneş’ten gerekli enerjiyi alırlar. Türlerinin yok olmaması için tomurcuklanarak ürerler. Dünya üzerinde yaşam var olduğundan beri hem yer bilimcileri hem doğa bilimcilerinin yaptığı hiçbir araştırmada ne bitkilerin ne de hayvanların üremek ve beslenmek dışında merak dolu, araştırmacı bir eylem içerisine girdiği tespit edilmemiştir.
Hiçbir hayvan içgüdülerinden gelen mevsimlik göçler dışında acaba şu denizin öbür ucunda ne var diye merak edip o denizi aşmaya çalışmamıştır. Hiçbir papatya kış aylarında çiçek açmayı denememiştir. Hiçbir geyik sürüsü toplanıp aslanları alt etmeyi planlamamıştır. Kısacası ne bir hayvan türü ne de bir bitki türü yarınlarını hesaplayıp gelecek kaygısı içerisine girmemiş ve organize planlamalar yapmamıştır. Biz insanlar hariç…Kabımıza sığmayan, hep daha fazlasını isteyen, merak eden, icat eden, keşfeden, zorlukları kolaylaştıran biz insanlar, asla önceki günümüze benzeyen bir günü kabullenmedik. Her gün daha fazlasını istedik, daha fazlasını merak ettik. Yaşamımızın en sıradan geçen zamanları olan avcı-toplayıcı dönemlerimizde bile günlük işlerimizi kolaylaştıracak mızrak uçları veya kapların her gün daha sivrisini daha kullanışlısını yapıyorduk. Etrafımızı merak ediyorduk, tepeleri ve ovaları aşıyorduk. Her geliştirdiğimiz yaşam şekli, bizi daha ileri götürüyordu ama yine de durmuyorduk.
Her uyandığımız yeni günde yaşamımızı kolaylaştıracak çözümler üretiyorduk. Bu çözümler için en önemli yardımcımız tabi ki içinde bulunduğumuz doğaydı. Mesela bir gün doğada bulunan ateşi kullanmayı öğrendik. Çiğ yediğimiz etleri ateşe atıp yediğimizde tadının güzelleştiğini fark ettik.
O günden sonra etlerimizi pişmiş olarak yemeye başladık. Ateşi sadece yemeğimiz için kullanmadık; o bizim için hayatın merkezindeydi artık, ateşi kullanarak gece karanlığında görebiliyor ve vahşi hayvanları korkutabiliyorduk. Vahşi hayvanlardan ve bizi yok edebilecek doğadan daha güçlü olmak için her gün yeni bir şey deniyorduk. Bir dönemde doğadan topladığımız bitkileri yetiştirmeyi öğrendik ve tarım yapmaya başladık. Artık meyveleri ve sebzeleri yiyebilmek için onların yetiştiği uzak yerlere yürümek ve besinimizi taşımak zorunda değildik. Hemen yuvamızın önünde onları ekebiliyor ve yetiştirebiliyorduk. Bu yaşam şekliyle eskisi gibi yiyecek için sürekli yaşadığımız yerleri değiştirmek zorunda değildik. Besinleri üretebildiğimiz yerde sürekli yerleşik olarak kalabilirdik. Böylece tarımla beraber yerleşik hayata geçtik. Mağara veya sığınıklarda yaşamak yerine doğadaki malzemeleri kullanarak kendi ellerimizle güzel yuvalarımızı yaptık.
Madem bitkileri kontrolümüz altına alabildik ve evimizin önüne getirdik, o zaman avladığımız hayvanlara da aynısını yapabilirdik. Böylece hayvanları evcilleştirmeyi denedik. Ağıllar, ahırlar, kümesler yaptık. Gücümüzün yettiği hayvanlar da artık evimizin önündeydi. Et yemek için de uzaklara gitmemize, bütün gün aramamıza gerek kalmadı böylece. Bundan sonra evimizde daha fazla zaman geçiriyor, yaşamımızı sürdürmek için daha az gayret harcıyorduk. Besine ulaşmayı kolaylaştırıp yerleşik hayata geçişimizle beraber üreme hızımız da arttı. Çünkü artık daha fazla çocuğumuzu rahatlıkla besleyebiliyorduk. Böylece nüfusumuz hızla artmaya başladı.
Artan nüfusumuzla bazı bireyleri hiç çalışmalarına gerek kalmadan git gide çoğalan tarım ürünlerimizle besleyebiliyorduk. Onlar da karınları tok bir şekilde çalışmadan geçirdikleri bu zamanda merak etmeye ve düşünmeye fırsat buldular. Diğer canlılardan en büyük farkımız bu değil miydi zaten; düşünmek. Düşündükçe merak ediyorduk, merak ettikçe keşfediyorduk, keşfettikçe icat ediyorduk. Sabah uyandığımızda o günkü tek amacımız beslenmek değildi. Beslenme ve barınma kolaylığı beraberinde yeni sorumluluklar getirdi. Örneğin; nüfusumuzu yönetmeliydik çünkü yönettikçe daha fazla üretmeye başladığımızı ve daha düzenli yaşadığımızı keşfettik. Düzenli yaşamak için topluluk yaşamlarımıza kurallar koymaya başladık. Sayımız arttıkça ihtiyaçlar ve problemler de artıyordu ama bir yandan artan sayımızla güçlendiğimizi, “hâkim’’ olduğumuzu da görüyor ve bununla tatmin oluyorduk. Kalabalıklaşma başladıkça bazı bireyleri bizi yönetmeleri için görevlendirmeye başladık. Bu kişilere fazlasıyla ürettiğimiz, artan tarım ve et ürünlerinden vererek onların yönetmek dışında bir işle meşgul olmalarına lüzum bırakmadık. Zamanla yöneten kişilerin sayıları arttı, hatta bu kişiler kendi aralarında da farklı görevler almaya başladı. İçimizden bazı gruplar, bulunduğumuz bölgelere sığmadığımızı fark edince aynı düzeni başka bölgelerde kurmak için aramızdan ayrıldı. Böylece farklı farklı bölgelerde düzenli topluluklar oluşturmaya başladık. Belirli bölgelerde yaşayan, kendi içinde düzenli ve yönetilen topluluklar olduk. Yönetimleri, devletleri ve uygarlıkları keşfettik.
Bilinen yaşam alanlarını aştık, toprakların bittiği suların başladığı yerlere kadar farklı farklı uygarlıklar kurduk. Fazladan ürettiğimiz besin ürünlerimizle yöneticileri ve düşünürleri beslemeye devam ettik. Yöneticiler, sayımız arttıkça daha düzenli yaşamamız için bizi yönetiyordu, kurallar koyuyordu. Düşünürler ise fikirler üretiyordu, hayatımızı kolaylaştıran yeni malzemeler icat ediyordu, araştırıyorlardı, yaşamın gizemini öğreniyorlardı ve bize öğretiyorlardı. Her geçen zamanda yeni bir şeyler keşfediyor, icat ediyorduk. Tekerleği icat ettik, yazıyı icat ettik, takvimi icat ettik, parayı icat ettik, silahları icat ettik. İcat ettikçe büyüme ivmemizi arttırıyorduk. Büyüdükçe daha fazlasına ulaşmak istiyorduk. Şüphe ediyorduk, doğayı keşfediyorduk, yaşam şeklimizi sorguluyorduk.
Hep en güzel yerleri istiyorduk. Bir gün o güzel yerlerden birini aynı anda iki ayrı uygarlık istedi ve savaşı icat ettik. O güzel yerler için hemcinslerimizle kavga ettik, hemcinslerimizi öldürdük. İdeolojilerimiz vardı, inançlarımız vardı ve yöneticilerimizin hırsları oluşmaya başladı. Hırslar, ideolojiler, inançlar uğruna savaşmaya devam ettik ve birbirimizi öldürdük. Bir kere savaşmaya başladık ve bir daha hiç durmadık. O kadar meraklı ve doyumsuzduk ki bir tarafta savaşırken bir tarafta düşünceler üretiyorduk. Sınırları aşıyorduk... Durmak nedir bilmiyorduk, içgüdümüz sürekli çoğalmak ve yayılmak üzerine programlanmıştı sanki. O vahşi hayvanlardan korktuğumuz günler çok uzaklarda kalmıştı. Artık ayak bastığımız yerlerde vahşi hayvanlar kaçıyordu, bitkiler kuruyordu.
Karalara sığmadık, denizlere taştık. Denizlerde yüzen araçlar yaptık. Bu yüzen araçlarla denizleri keşfettik ve denizde bile savaştık. Toprakların denize değdiği her noktayı keşfedince denizin ardını merak ettik. Onu da aşmayı başardık. Bu yeni topraklar için de çok gecikmeden savaştık ve öldürdük. Her yerde biz vardık artık, canlı yaşamın hüküm sürebildiği her yere biz hâkimdik. Hayvanların en güçlüsünden bile korkmuyorduk, onu rahatça avlıyor hatta bedeninden evlerimize süsler yapıyorduk. Gittiğimiz her yerde yeni şehirler kuruyorduk, yollar çiziyorduk, surlar yapıyorduk, binalar dikiyorduk. Gücümüzün yetmediği tek rakibimiz doğaydı. Doğa, güçleriyle şehirlerimizi yıkıyordu, yollarımızı batırıyordu, hemcinslerimizi yok ediyordu. Sanki biz çoğaldıkça o daha çok yok etmeye çalışıyordu bizi ama pes etmiyorduk. Bir gün onu da yeneceğimize inanıyor ve bunun için sürekli çalışıyorduk. Lakin doğa her seferinde daha güçlü darbeler indiriyordu. Onun hâkimiyet alanına girdikçe o daha sert karşılık veriyordu. Onun parçalarını kendimiz için kullandıkça, sularını tükettikçe, ağaçlarını kestikçe, topraklarını kuruttukça onu güçsüzleştirdik. Biz en güçlüydük, önümüze kim ve ne çıkarsa yok edebilirdik, tek hâkim bizdik. Kalan bütün dünya sadece bizim amaçlarımıza hizmet edebilirdi.
Bilginlerimiz, mucitlerimiz dünyamızı her anlamıyla her gün yeniden keşfediyordu. Bilmediğimiz, keşfetmediğimiz tek bir toprak parçası bile kalmadı. Binlerce yıl ürettikten, keşfettikten ve savaştıktan sonra bugünkü halimize geldik. Bugün hâlâ paylaşamadığımız şeyler var ve onlar için hâlâ savaşıyoruz. Merak etmeye, keşfetmeye ve icat etmeye devam ediyoruz. Lakin bugün temel yaşam ihtiyaçlarımız ve meraklarımızdan daha çok zevklerimiz için icat ediyoruz. O zevkten sıkıldığımız anda hiç gecikmeden hemcinslerimizden biri yeni bir şey icat edip bize farklı bir eğlence yaratıyor. Her şeyden çok fazla üretiyoruz ve bunu her yere dağıtıyoruz. Dağıttığımız her şeyi tüketiyoruz, ürettiğimiz her şeyi kısa sürede tüketip dünyamızın kaynaklarıyla yenilerini üretiyoruz.
Oluşturduğumuz teknoloji ile hızlandık. Yaşam şeklimiz, seyahatlerimiz, yeme alışkanlıklarımız, toplumsal ilişkilerimiz her biri yıllar öncesine göre çok daha hızlı ilerliyor bugün. Şüphe yok ki yarınımız da bugünümüzden daha hızlı olacak. Eskiden binlerce yıl bihaber olduğumuz topraklara bugün 12 saatten kısa bir sürede gidiyoruz. Gidemesek de istediğimiz zaman istediğimiz yerde istediğimiz yerle iletişim kurabiliyoruz. Binlerce yılda atabildiğimiz gelişme adımlarının etkisini bugün tek bir gün de atabiliyoruz. O kadar meraklı bir varlığız ki kendimizi yok edecek güçte bombalar bile icat ettik. Bu bombaların kullanımını da sadece yöneticilerin dudaklarından çıkacak emirlere bağladık.
Binlerce yıl önce ormanlarında hayvan avladığımız bu dünyaya artık sığmıyoruz. Kendi payımızı yiyebildiğimiz kadar yedik ve şimdi doğanın payından çalıyoruz. Sularını tükettik, ormanlarına şehirler yaptık, denizlerini kirlettik ama yine de yetinmedik. Bugünlerde kendimize ‘’insanlık’’ diyoruz ve insanlık olarak dünyamızın dışına çıkmayı da başardık. Uzayı keşfettik ve uzayda bulunan diğer gezegenlerde yaşam denemeleri için çalışmaya başladık. Bu denemelerimizin bir kısmı merak ve bilgi peşinde koşmak bunu kabul edelim ama bir kısmının da hiçbir zaman kabul etmediğimiz, binlerce yıl boyunca kendi kendimize oluşturduğumuz, yok etmeye ve tüketmeye dayalı içgüdümüz olduğunu itiraf edelim.
Biz insanlar merakımızla yaşamı kendimiz için anlamlandırdık. Sadece beslenmek için yaşayan bir varlık olmaktan çıkıp düşünen, merak eden ve keşfeden bir varlık olduk. Bugün bazı bilim adamlarımız, sonucunu görmeye kendi ömürlerinin yetmeyeceğini bildikleri çalışmalar, deneyler yapıyorlar. Bu bile insan olarak ne kadar meraklı ve keşfetme arzusuna sahip olduğumuzu, kendimizi bilmeye ve öğrenmeye ne kadar adadığımızı gösteriyor. Yaşadığımız doğayı keşfederek başladığımız yolculukta bugün evreni keşfediyoruz. Her yüz yılda bir dünyada yaşayan insanların hepsi değişmiş oluyor. Onların ardından gelenler bu keşif ve merak arzusunu yitirmeden çalışmaya devam ediyor. Bugün bu satırları okuyan ve gezegenimizde yaşayan biz insanlar 100 yıl sonrasını çok büyük bir sürpriz yapıp ortalama yaşam ömrümüzü uzatmazsak göremeyeceğiz ama yine de merak ediyoruz. Işık hızına ulaşabilir miyiz? Zamanda yolculuk yapacak bir araç icat edebilir miyiz? Uçan arabalara ne zaman binebileceğiz? Mars’ta yaşayabilir miyiz? Ürettiğimiz silahlarla, bombalarla kendi kendimizi mi yok edeceğiz?
Kısacası;
Bir insan sabah uyanır, yuvasından ayrılır ve en uzaktaki merakını keşfetmek için yola çıkar.
Kommentit