Klasik bir soru ile başlayalım. Elinizde bir zaman makinesi olsa geçmişe mi yoksa geleceği mi gitmek istersiniz? Kimi için gelecek ilgi çekiciyken kimi için de geçmişin gizemi ilgi çekicidir. Benim tercih hakkım olsa sanırım geçmişe gitmek isterdim. Geleceğin bilinmezliğinden çok geçmişin gizemini tercih ederdim yani. Tabii ki zamanda ileriye yolculuk yapmak imkânsıza yakınken, geçmişe gitmek de bir o kadar imkânsız. Yine de insanoğlunun içindeki merak duygusu ile “Geçmişe gidemem ama gözlemleyebilirim.” düşüncesinin bir sonucu olarak yıllardır yeryüzünün bazı noktalarına devasa teleskoplar yerleştirildi. Bu durum, insanoğlunu kesmemiş olacak ki 1990 yılında Hubble Uzay Teleskobu uzaya fırlatılarak belirli bir yörüngeye oturtuldu.
Bu sayede Hubble, birçok bilinmezliğin kapılarını bizlere açtı. Rengârenk bulutsular, görkemli galaksiler ve daha niceleri Hubble sayesinde çok daha detaylı gözlemlenir hale geldi. Ancak insanoğlu yine daha iyisini arzuladı. Evet, Hubble da bize pek çok şeyi göstermişti fakat daha görkemli ve uzak bir yörüngeye gönderilecek olan bir teleskop, evrenin doğuşundan sonraki ilk galaksileri ve yıldızları gösterebilirdi. James Webb Uzay Teleskobu bu düşünce ile geliştirilmeye başlandı.
Aslında geliştirilmeye başlandığı ilk günden bu yana hayli zaman geçti. Pek çok NASA çalışanı bu tarihî olaya tanıklık edemeden aramızdan ayrıldı. Tüm bunların belirli nedeni ise James Webb’in yörüngesiydi. James Webb, Hubble gibi tabiri caizse elimizin altında olan bir teleskop olmayacaktı. Peki bu ne demekti? Yani olası bir bozulma ya da aksilikte James Webb’i düzeltme şansımız yok demek. Hubble fırlatıldıktan kısa bir süre sonra bazı arıza bildirimleri vermişti. Bunu gidermek ve çözüme kavuşturmak adına NASA tarafından teleskoba astronotlar yollanmış ve gerekli arızayı kontrol altına almışlardı.
Şimdi aynı şeyi James Webb için düşünelim. Hubble’dan kilometrelerce uzakta konumlandırılan bu devasa teleskoba ulaşmak, onu fırlatmaktan daha maliyetli ve zor bir iş. Bu yüzden en baştan beri yalnızca tek atış şansı bulunan uzay ajansları, bu şansı iyi değerlendirmek için fırlatmayı ileri tarihlere erteledi. Böylece yıllar sonra yani 25 Aralık 2021’de Fransız Guyanası’ndan fırlatılan Arian roketi ile James Webb uzun yolculuğuna başladı. O günkü heyecanımı hâlâ içimde hissediyorum. Gelişmiş internet teknolojisi sayesinde ülkemizde ulusal kanallarda pek gündem olmayan fırlatmayı NASA’nın YouTube adresinden canlı olarak izleyebilmiştim. Son dakikaya kadar içimde hep “Acaba bu sefer de iptal edilir mi?” korkusu da vardı fakat nihayet fırlatma ve yörüngeye oturtma işlemleri sorunsuz gelişmişti. Aslında her şey yeni başlıyordu. Evet, bu fırlatma yepyeni ufukların keşfedilme serüvenindeki ilk kıvılcımdı. Siz, bu yazıyı okurken James Webb, L2 yörüngesindeki yerine çoktan oturmuş olacak. Seyahat sırasında herhangi bir aksilik yaşanmaması şimdilik mutlu etse de daha test edilmesi gereken pek çok nokta var. Teleskobun üzerinde yer alan aynaların hepsi birer birer kalibre edilecek, aynı noktaya bakmaları sağlanarak çok daha net ve derin fotoğraflar elde edilebilecek.
Geçtiğimiz günlerde ilk fotoğraf gelse de bu henüz deneme aşamasında olan tek tek aynalardan alınan görüntünün birleşmesi ile elde edilebilmiş bir görüntü sadece. Yani görsel olarak bizi tatmin etmese de şu an için her şeyin yolunda olduğunu anlamamızı sağlaması açısından çok önemli. Artık James Webb’den ilk profesyonel görüntülerin gelmesi için gün sayıyorum. Bu, o kadar kolay olabilecek bir durum değil maalesef. Yaz aylarına kadar dişimizi biraz daha sıkarak test aşamalarının sorunsuz bir şekilde tamamlanmasını bekleyeceğiz. Sonrasında ise evrenin sonsuz derinliğinde yapacağımız keşiflerle belki de bilim tarihi için çok önemli gelişmelere hep birlikte tanıklık edeceğiz. Hem kim bilir, belki de bizden çok uzaklarda bambaşka yaşam izleri keşfederek bu sonsuzlukta yalnız olmadığımızı da öğrenmiş oluruz.
Comments